5 Nisan 2014 Cumartesi

YEREL YÖNETİMLERDE YÖNETİME KATILIM

HAMZA ERKAL’A AİT  “YEREL YÖNETİMLERDE YÖNETİME KATILIM” KONULU YÜKSEK LİSANS TEZİNİN ÖZETİ

HAZIRLAYAN: Nevzat ÖYLEK (Yerel Yönetimler / Yüksek Lisans)


Giriş

            Bu çalışmada Abant izzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı yüksek lisans öğrencisi Hamza Erkal’ın “Yerel Yönetimlerde Yönetime Katılım” isimli yüksek lisans tezi incelenecektir.
Tezin giriş bölümünde 20. yüzyılda yönetim biliminde yaşanan dönüşüm ve değişim, bu değişimin örgütsel yapıyı, davranış normları ve karar alma süreçlerini etkilediği ve bireyin daha fazla yönetimin içinde olması gerekliliği ifade edilmiştir.
Yeni kamu yönetimimi (new public mamagement) ya da girişimci (enterpreneurial) yönetim olarak tanımlanan yeni anlayışın kamu yönetimini piyasa benzeri bir yapılanma içine soktuğu ve bunun bir sonucu olarak da yönetim anlayışında vatandaşa yakınlığın artmaya başladığı; bireylerin daha fazla yönetim sürecinin içinde olduğu dile getirilen bu bölümde, merkeziyetçi yönetimin olumsuzlukları olarak artan kırtasiyecilik, yerindelik ilkesinin ihlali, azalan halk katılımı, kaynakların etkin kullanımını sekteye uğratan özellikleri dile getirilmekte ve 1980’li yıllardan itibaren yerel yönetimlerde desantralizasyonun tartışılmaya başlandığı ifade edilmektedir.
Çalışmada “katılım” katılımcı demokrasi”, “hesap verebilirlik”, “açıklık”, “demokratiklik” kavramları ele alınmıştır

Amaç

Çalışmada gün geçtikçe siyasal ve toplumsal değişimden etkilenen siyasal katılım ve vatandaşa tanınan bir hak olarak “yerel yönetimlerde yönetime katılım” incelenmiş, bu amaçla Türkiye’de ve dünyada “halkın katılımı” kavramı etrafında şekillenen tartışmalar özetlenmiştir.

Ulaşılan bulgular

Merkeziyetçi anlayışa ilişkin zayıf yönlerin sıralandığı bu bölümde bu gün yerel yönetimde yönetime katılımın düne göre daha etkili olmasına ilişkin sürece ilişki şu ifadelere yer verilmiştir.
Hizmet üretim sürecine yönetilenlerin de katılımı yerel yönetişim uygulamaları eski, merkezi, kapalı, ve hiyerarşik yönetim kültürü  yerine, çevreyi dikkate alan yönetim kültürünü beraberinde getirmiştir. Bu yeni anlayışın gündeme gelmesinde önemli etkenlerden iri olan küreselleşmenin de tesiriyle daha desantralize, esnek, saydam, etkileşimli, işlevsel, karar alma sürecine katılımcı olmaya yönelik bir değişim gündeme gelmiştir.
Ulusal egemenlik anlayışı değişmiş; küreselleşme yerel yönetimlerin yapısı, işlevi ve statüsünü değiştirmiş; iletişim kolalıkları küreselleşmeyi, küreselleşme de yerelliğin önemini arttırmıştır. Devletler üniter yapılarını muhafaza etmeye çalışmalarına rağmen merkeziyetçi anlayış yerini güçlenen yerel yönetimlere bırakmıştır.
Bu gelişmelerin sonucu olarak 2000’li yıllara doğru sanayi toplumundan bilgi toplumuna ve temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye bir yönelim söz konusudur. Vatandaşların sadece önetilen olarak görülmediği bu anlayışta haklarla beraber ödev ve sorumluluklar da yüklenen “aktif vatandaşlık”  kavramı literatüre girmiştir.
21. yüzyılın başında bilişim teknolojilerinin de etkisiyle bireyler yönetsel konular daha fazla bilgiye sahip olmuşlardır. Bu yeni dönemde devletle birey arasında yeni ilişkiler gelişmiş ve sivil toplum önem kazanmıştır.  Modern bilgi ve iletişim teknolojileri farklı guruplara seslerini duyurma imkânı vermekte, hizmetin daha az bir maliyetle ve daha nitelikli verilmesine yönelik şeffaf ve hesap verilebilir kamu hizmeti talebi hızla artmıştır. Bu sebeple vatandaşların talep ve ihtiyaçlarına cevap verme yönünde baskılara maruz kalmaktadır. Bu baskı genellikle yönetim süreci hakkında bilgilendirilme ve karar alma sürecine katılım yönünde olmaktadır. Artık günümüzde yönetim sadece siyasal iktidar veya bürokratlara bırakılacak bir iş olarak görülmemektedir.  Halkın yönetime katılma talebinin iktidarlar tarafından yeterince önemsenmemesi sivil toplum kuruşlarının güçlenmesine neden olmuştur.
21. yüzyılın ayırıcı özelliği, demokrasi ve insan haklarının bütün toplumlarca tartışmasız kabulü ve demokratik kitle örgütlerinin öneminin artması olmuştur.  Yerel yönetimlerin önemi halka daha yakın olmaları, talepler konusunda daha fazla bilgi sahibi olmaları ve daha yönetime doğrudan katılımı sağlama olanağına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır.
Demokrasinin üç temel özelliği temsil, katılım ve denetimdir.[1] Demokrasi, halkın temsilcilerini seçebildiği, yönetime aktif olarak katılabildiği, yöneticilerin karar ve eylemlerini denetleyebildiği yönetimdir. O halde demokrasinin işlerliğinden söz edebilmek için halk katılımının arttırılmasının zorunluluğu bulunmaktadır.[2]
Çağdaş demokrasilerde seçimlerde oy kullanmak yaygın bir katılım yöntemi olarak kabul edilmemektedir. Gerçek bir katılımdan söz edebilmek için halkın seçim dışında da sürekli etkileyebileceği yöntemlerin geliştirebilmesi gerekmektedir.
Günümüz modern toplumlarında halkın yönetime ve kararlara doğrudan katılımı mümkün olmadığı için demokrasi kavramı yerini katılımcı ve çoğulcu demokrasiye bırakmıştır.[3]
Aristotales, vatandaşı “etkin vatandaş” ve “edilgen vatandaş” olarak ikiye ayırmaktadır. Etkin vatandaşın günümüz katılımcı demokrasideki karşılığı kendi yaşamını ilgilendiren süreçlere katılımı olarak değerlendirilmelidir.
Katılım, bireylerin kamu politikalarının belirlenmesi, uygulanması ve denetlenmesi sürecinde yer alması olarak tanımlanabilir. Bu katılım ilgi, bilgi isteme, eylem ve ekinlik olarak kendini gösteriri.
Gelişmiş ülkelerde kalkınma, önemli ölçüde halkın yönetime etkin katılımı ve yerel kaynakların harekete geçirilmesi ile gerçekleşir. U ülkelerde yerel yönetimlerin bir çok açıdan merkezi yönetimden üstün olduğu kabul edilir.[4]
Katılım kavramının kamu sektörü ile sınırlı olmadığı bu alanda yapılan araştırmalardan anlaşılmaktadır. 1980 sonrası Japonya’nın rekabet üstünlüğünü araştıran  bilim adamları, takım çalışması ve işgücünün katılımı olduğu sonucuna varmışlardır.[5]
Benze bir şekilde insan unsurunun katılımını sağlayan işçi sendikalarının etkinliği işverene veya işe bağlılığı arttıran önemli etkenlerdendir.[6]
Özel sektördeki bu gelişmelerin kamu sektörüne yansıması olarak da katılımcı demokrasi ve katılım uygulamalarını etkilediği söylenebilir. Günümüzde katılımcı, saydam, demokratik, insan ve hizmet odaklı, yerel yönetim yeni bir yönetim felsefesi olarak niteleyen “yönetişim” yaklaşımı ile ifade edilmektedir.
Demokrasinin yerleşik olduğu toplumlarda, son zamanlarda vatandaş, yurttaş kelimeleri yerine müşteri kelimesi kullanılmaktadır. Bu durum kamu yönetiminin yönetilenleri müşteri olarak görme anlayışından kaynaklanmaktadır.[7]
Katılımcı demokrasi, ortak karar almada vatandaş katılımının imkanını ve sonuçlarını en çoğa çıkarmak için siyasi aktiviteleri oy vermenin ötesine taşıdığından demokrasinin tabandan uygulanması amacını güder.
Katılımcı demokrasi;
a)      Bütün bireylerin kendilerini etkileyen bütün ortak karar alma mekanizmalarına istedikleri kadar katılma imkânına sahip olmalı,
b)      Oy kullanmanın ötesinde katılım aktivitelerini içermeli;
c)      Ortak kararlardaki sorumluluk sadece görevlilerde değil mümkün olduğunca yaygın olmalı;
d)      Ortak kararlar almaya yönelik katılım siyasi kararlarla sınırlı olmamalı, toplumsal hayatın bütün evrelerini kapsamalıdır.
İki yönetime katılım yaklaşımından söz edilebilir:
            Bunlardan birincisi doğrudan demokrasi yöntemiyle bizzat katılacakları toplantılar aracılığıyla yönetsel mevkilerde bulunma anlayışıdır. Diğeri ise, daha sınırlı bir katılım yöntemi olan belli aralıklarla yapılan oy kullanmak suretiyle olur.[8]
            Seçime dayalı temsilin demokrasi için yeterli olmadığı ve siyasi sisteme katılmanın başka yöntemlerle güçlenmesi gerekliliğini dile getiren görüşler bu yöntemleri, “Gönüllü kuruluşlar aracılığıyla”, “siyasi parti aktiviteleriyle”, “Yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde devlet fonksiyonlarıyla”  bunun gerçekleşebileceğini ifade etmektedirler.[9]

Sonuç

Yerel demokrasi ile temsili demokrasi arasında denge sağlamayı amaçlayan katılımcı demokrasi anlayışı her iki aşırı yaklaşımın sakıncalarına karşı katılım ile bireylerde demokrasi duygusunu geliştirmektedir.
Bu yolla yurttaşlar seçilmiş ve atanmış kamu görevlilerini daha etkili biçimde denetleyebilmekte, karar ve uygulamaları değerlendirebilmektedirler.[10]
Türkiye’de ise halkın yönetime katılımı birkaç yılda bir tekrarlanan ve birkaç dakika içinde gerçekleşen bir süreç haline gelmiştir. Bu durum, hemşehriler bakımından kendilerini ifade etmek kanallarından yoksun oldukları için yerel demokrasi kalitesinin sorgulanması gereken bir durumdur. Siyasi olmayan kararlara katılım, bireyin siyasi kararlara katılma becerisini geliştirir.
Katılım, hem hemşehriyi hem de yöneticiyi eğiten, aralarında dayanışma ve ortak anlayışın gelişmesini sağlayan bir süreçtir.

Öneriler

Türkiye’de son dönem yapılan hukuki ve kurumsal düzenlemelerin bir çoğunda “Halkın yerel yönetimlere katılımının arttırılması” ilkesi dikkate alınmıştır. Kamu yönetiminin İyileştirilmesi ve Yeniden Yapılandırılması Özel İhtisas Komisyonu Raporunda da yerel yönetimler konusunda halkın yönetsel kararlara katılımı ve mali kaynakların geliştirilmesi önerilmektedir.
Bu düzenlemeler içinde halkın yerel meclis toplantılarına katılıp soru sorabilmesi, eğitim, sağlık, imar, sosyal yardım, bayındırlık ve çevre gibi konularda oluşturulacak zorunlu ihtisas komitelerine katılarak görüş ve isteklerini belirtmeleri, bu komite raporlarının meclislerin bilgisine sunulması, önemli konularda halk oyuna başvurulması, halkın bilgilendirilmesine yönelik halkla ilişkiler birimlerinin oluşturulması ve çeşitli yayın araçlarının kurulması önerilmektedir.








[1] Aytekin Yılmaz, Demokratik Gelişme ve Türkiyede Demokrasi”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 12, (1997), Ankara s. 519
[2] Yusuf Pustu, yerel Yönetimler ve Demokrasi”  Sayıştay Dergisi, Sayı57, s 126
[3] M.Olsen, Modern Polities, New Jersey:PrenticeHoll Engewond Cliffs, (1991), s.205
[4] H.Ömer KÖSE, “Yerel Yönetim Süreci ve Küresel leşme Sürecindeki Yükselişi” Sayıştay dergisi, Sayı 57, s.75
[5] Ahmet Selamoğlu, Yönetim ve Üretim Anlayışında Değişim Japon Modelinin Artan Etkinliği ve “İnsan Unsuru” s.19 http://ceterisparibus.net/isletme/yonetim.htm 2006
[6] Refik Balay, “Yönetici ve Öğretmenlerde Örgütsel Bağlılık”, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2000, s.99
[7] Bilal Eryılmaz, “Yeni  Kamu Yönetimi Anlayışının Yerel Yönetimler Üzerindeki Etkileri”,  Kent Yönetimi, İnsan ve Çevre Sorunları  sempozyumu Kent Yönetimi ve Çevre Politikaları, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İSTAÇ Genel Müdürlüğü, İstanbul, Cilt:2, 1999, s.25
[8] İsmail Güneş, “Yerel Yönetimler ve Sivil Toplum Kuruluşları” http://idari.cu.edu.tr/igunes/yerel/sivil1.htm 2006
[9] Ali Şahin, Handan Temizel, Metehan Temizel, “Türkiyede Demokrasiden E-Demokrasiye geçiş süreci ve Karşılaşılan sorunlar” http://iibf.edu.tr/kongre/bildiriler/06-02pdf 2006
[10] Yalçındağ Selçuk, “Belediyelerde Halk Katılımı” Türk İdare dergisi, Sayı 424 (1999), s.4972 AktaranGüneş İsmail, Yerel Yönetimler ve Sivil Toplum Kuruluşları http://idari.cu.edu.tr/igunes/yerel/sivil1.htm 2006

ÖĞRENCİ BAŞARISIZLIKLARININ NEDENLERİ VE MASLOW’UN İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ KURAMI


“ÖĞRENCİ BAŞARISIZLIKLARININ NEDENLERİ VE MASLOW’UN İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ KURAMI”


HAZIRLAYAN: Nevzat ÖYLEK (Yerel Yönetimler / Yüksek Lisans)




İnsanların özel veya iş yaşamında verimliliğini etkileyen birçok etken vardır. Aile hayatında mutlu olmak aynı zamanda etrafındakilerin de mutluluğunu sağlayacak, iş yaşamında ise verimlilik daha fazla kazanç anlamına gelmektedir. Ancak insanın verimli olmasını sağlayan en önemli etken, onları istekli hale getirmektir.
Çalışanların ihtiyaçlarının bilinmesi ve insanı iş görmeye özendirici araçların bulunması davranış bilimcilerinin ve özellikle psikologların çalışmaları sayesinde olmuştur. Güdüleme (motivasyon) adını verdiğimiz bu teknik, tamamen bireysel davranışın nedenlerini araştırma, bireysel ihtiyaçların temeline inme ve bu sayede amaca uygun arzulanan davranışı gerçekleştirecek özendirme araçlarını belirleme ile ilgilidir.
İnsan ihtiyaçlarını ilk defa bilimsel bir biçimde ele alıp inceleyen güdüleme (motivasyon) konusundaki gelişmelere ışık tutan düşünürlerden biri de Amerikalı Abraham Maslow'dur.
Bu ödev kapsamında okul ortamında öğrencilerin başarısını, mutluluğunu ve motivasyonunu etkileyen unsurlar Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre ele alınacaktır.
Maslow’a göre insanların biyolojik, sosyal ve psikolojik birer varlık olarak bir takım ihtiyaçlara sahip bulunduklarını ve davranışlarında da bu gereksinmelerini tatmin etme arzusunun yer aldığını saptamıştır.
            İnsanın hayatının doğumdan, bebeklik, çocukluk, gençlik ve yetişkinlik dönemlerinin her biri için ihtiyaçlar hiyerarşisinde belirtilen önceliklerin etkisinde bir yaşam sürdüğü gerçeği doğruluğu kanıtlanmış bir pedagojik kabuldür.
Maslow’un kuramına göre insanların Fizyolojik, güvenlik, sevgi ve ait olma, takdir ve saygı ve kendini gerçekleştirme gibi gereksinimleri vardır ve bu gereksinimlerin öncelik sıralaması ile bir hiyerarşi oluşturduğundan söz edilebilir.

Şimdi, Maslow’un kuramında sıraladığı gereksinimleri öğrencileri için ele alacağız.

Fizyolojik İhtiyaçlar
Bir öğrencinin öğrenim hayatında başarısının ön koşulu fizyolojik ihtiyaçlarının giderilmesidir. Örneğin beslenme sorunu yaşayan bir öğrencinin bu ihtiyacı giderilmediği sürece piramidin üst basamaklarındaki ihtiyaçları hissetmeyecektir. Bu da öğrencinin başarısına ve davranışlarına yansıyacaktır. Eğitim yöneticilerinin bu gerçeğin farkında olmaları, maddi yetersizlik nedeniyle fizyolojik ihtiyaçlarını gideremeyen öğrencilere gerekli kurumlar tarafından destek olunmasının sağlanmaları gerekir. Bazı öğrencilerin de maddi yetersizlik nedeniyle değil, bilinçsizlik nedeniyle fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamadıkları ve bunun başarıya etkileri konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları görülmektedir.  Öğrencinin fizyolojik ihtiyaçları açlık, susuzluk, uykusuzluk gibi biyolojik ihtiyaçlarla sınırlı değildir. Bir insanın gereksinimleri arasında ısınma, havalandırma gibi eğitim kurumlarının fiziki koşullarının uygunluğu fizyolojik ihtiyaçların giderilmesine yönelik çalışmalar olarak sayılabilir.
Bu duyarlılığın sınıf içinde öğretmenler tarafından da gösterilmesi gerekir. Örneğin tuvalete gitme ihtiyacı olan bir öğrencinin bu ihtiyacını gidermediği sürece sınıf içinde herhangi bir etkinlikte bulunması beklenemez.
Öğleyse bir öğrencinin mutluluğu ve başarısının ön koşulu onun fizyolojik ihtiyaçlarını gidermektir. Öğretmen ve eğitim yöneticilerin okullardaki eğitim öğretim faaliyetlerinden daha fazla üzerinde durmaları gereken husus öğrencilerin fizyolojik ihtiyaçlarını gidermelerini sağlamak olmalıdır.

Güvenlik
Fizyolojik ihtiyaçları giderilmiş bir öğrenci okul içinde ve dışında güvenliğini tehdit eden etkenlere karşı rahatsızlık duymaya başlar. Eğer çocuk fizyolojik gereksinimleri olan biriyse güvenliği ile ilgili risklerin farkında olması beklenemez.
Çocuğun risk altında olduğu durumlar olarak sayılabilecek olumsuz arkadaş çevresi, cinsel istismar, bağımlılık yapan madde kullanımı gibi tehlikelere karşı alınacak tedbirlerin etkili olabilmesi için yani güvenlik gereksiniminden söz edebilmek için ön koşul hiyerarşinin alt basamağındaki fizyolojik ihtiyaçların giderilmesidir.
Öğrencinin güvenliğini tehdit eden riskler arasında zorla çalıştırma, cinsel istismar, bağımlılık yapan madde kullanımı gibi hususlar gelmektedir.
Bu bağlamda öğrencinin yaşadığı evin koşulları, okul, aile ve akranlarından şiddet görüp görmediğine gibi hususlar ilişkin tespitler yapılmalıdır. Güvenli okul ortamı oluşturmanın ön koşulu güvenliği tehdit eden unsurların tespitidir. Bu kapsamda yapılacak çalışmaların başında bireyi tanımaya yöntemleri veya anketler uygulamaktır.

Sevgi ve Ait Olma
İnsan sosyal bir varlıktır ve bir topluluk içinde yaşama arzusuna sahiptir. İnsan aile, okul ve iş yaşamında birçok insanla bir arada bulunur. Beraber olduğu insanları sevmek ve ait dâhil olduğu guruba ait “biz duygusuna” sahip olmak ister. Bu nedenle insan bir guruba ait olmak ve sevilmek ister.
Öğrenciler de temel fizyolojik gereksinimleri karşılanmış ve risk altında olmasına sebep olabilecek unsurlar giderilmiş olmasının ardından bazı psikolojik ihtiyaçları hissetmeye başlarlar. Öğrencilerin bilişsel ve duyuşsal alanda becerilerini geliştirmelerinin önemli rolü olan etkenlerden bir tanesi de bir arkadaş çevresine sahip olmaları, kendilerini o arkadaş çevresine veya okula ait olma hissine sahip olması ve onlarla arasında duygusal bir bağın varlığıdır.
Öğrencilerin mutluluğu ve başarısı, ait olduğu sosyal çevre ile olan duygusal bağıyla direk ilgilidir. Sevilmediğini hisseden bir öğrencinin arkadaş çevresine ve okuluna karşı olumsuz duygular içinde olacağı muhakkaktır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak arkadaş çevresi, sınıfı ve okuluna karşı bir aidiyet duygusu geliştiremeyecek, biz duygusundan yoksun bir ortamda yaşamını devam ettirecektir. Özellikle ilk çocukluk evresinde mantıklı düşünmekten uzak, ben merkezli düşünen çocukların sevgi ve ait olma duygusuna ilişkin gereksinimlerinin giderilmemesinin, onların öğrenim hayatı boyunca başarısız olmalarına neden olabilecek bir risk olarak değerlendirilebilir.

Takdir ve Saygı
İnsan, başarısından dolayı takdir edilmek ister. Başkaları tarafından takdir edilen kişiler, kendilerine karşı da saygı duyarlar. Bu durum da yeni sorunluluklar almayı beraberinde getirir.
Öğrencilerin olumlu pekiştireç kullanılarak motive edilmeleri onların kendilerine güvenmelerini sağlayacak, yeni başarılara imza atmalarının önünü açacaktır. Her yeni başarı sonucu takdir edilen öğrencinin bulunduğu sosyal çevrede saygısı artacak ve kendisini saygın hissedecektir.
Eğer bir çocuk, sürekli eleştirilmişse, kınama ve ayıplamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk, kin ortamında büyümüşse, kavga etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk, alay edilip aşağılanmışsa, sıkılıp utanmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk, sürekli utanç duygusuyla eğitilmişse, kendini suçlamayı öğrenir.
Eğer bir çocuk, hoşgörü ile yetiştirilmişse, sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk, desteklenip yüreklendirilmişse, kendine güven duymayı öğrenir.
Eğer bir çocuk, övülmüş ve beğenilmişse, takdir etmeyi öğrenir.

Eğer bir çocuk, hakkına saygı gösterilerek büyütülmüşse, adil olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk, güven ortamı içinde yetiştirilmişse, inançlı olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk, kabul ve onay görmüşse, kendini sevmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk, aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse, mutlu olmayı öğrenir.

Kendini Gerçekleştirme
(Yaratıcılık)
Her insanın yaşam döngüsü onun kendini gerçekleştirme yolunda attığı adımlardan oluşur. Kendini gerçekleştirme yolunda ilk adım insanın kendini tanımasıdır. Bunun için yeterliliklerini, karakter özelliklerini, güçlü ve zayıf yanlarını bilmesi gereklidir. Özellikle ilköğretim öğrencilerinin bunu yaparken büyük ölçüde ailelerinin ve öğretmenlerinin desteğine ihtiyaçları vardır.
Bir öğrencinin gerçekleri kabul etmesi, kendisini olduğu gibi kabul etmesi, yaşamın tadına vararak yaşaması, çevresindekilere değer vermesi, dürüst olması, yeni şeyler denemesi kendini gerçekleştirmesi olarak değerlendirilebilir.
Öğrencinin kendini gerçekleştirmesi için, yoğun ve disiplinli bir çalışma, çevresinin farkında olma, olaylar karşısında sorumluluk alabilme ve yaşanılan hoşa gitmeyen durumlardaki kendi katkısını görerek bunları düzeltme yoluna gitmesi gerekir.
Hiyerarşinin son basamağı olan kendini gerçekleştirme, mutlu ve başarılı birey olmakla eşdeğer bir anlam taşımaktadır.
Çocuklarının başarısını ve mutluluğunu isteyen anne-babalar ve öğretmenlerin, öncelikle onların temel ihtiyaçlarını karşılamaktan başlayarak güvenli bir ortam oluşturmaları, sevgilerini esirgemeden başarılarını takdir etmeleri halinde bunun doğal bir sonucu olarak kendini gerçekleştirmiş, yaratıcı bireyler yetişmiş olacaktır.

Belediye başkanlarının atamayla işbaşına gelmesi

“Belediye başkanlarının atamayla işbaşına gelmesi”

Nevzat ÖYLEK (Yerel Yönetimler / Yüksek Lisans)




Belediye başkanlarının bir şehir veya beldeyi yöneten kişi olduğu düşünüldüğünde “Atanmış Belediye Başkanı” tartışmasının, ideal yönetim şekilleri veya yöneticilerin seçilme yöntemleri etrafında gerçekleşmesi gerekir.
Bir yönetim birimi olarak belediye başkanının atamayla işbaşına gelmesini değerlendirdiğimizde ilk ele alınması gereken husus bunun demokratik olup olmadığıdır. En ideal yönetim biçimi olan demokrasinin eleştirilecek bazı tarafları olduğu gibi belediye başkanlarının atamayla işbaşına gelmesi gibi antidemokratik bir yönetici belirleme yönteminin de bazı olumlu taraflarının olacağı muhakkaktır. Ancak konunun bir bütün olarak ele alınması ve olumlu-olumsuz yönlerinin beraber değerlendirilmesi gerekir.
İnsanlık tarihi boyunca yönetimsizlik, oligarşik, diktatörlük, monarşik, teokratik ve sosyalist yönetimlerle insanlar idare edilmiş ancak bazı handikaplarına rağmen en ideal yönetim şekli olarak demokrasi kabul edilmiştir.
Demokrasi, tüm vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Demokratik yönetim anlayışının kabul edilmesi beraberinde yöneticilerini seçme hakkını getirmektedir. Bu durum da atamayla işbaşına gelen tüm yöneticilerin ne derece etkili yönetim sergileyeceği ve toplum tarafından ne ölçüde kabul edileceği tartışmasını da beraberinde getirmektedir.
Anayasa Mahkemesi, demokrasiyi şöyle tanımlanmıştır: “Egemenliğin serbest ve genel seçimin iktidara gelmede ve iktidardan ayrılmada tek yol olarsak kabul edildiği idare biçimidir” Bu tanım merkezi yönetim için geçerli olduğu gibi yerel yönetimin önemli birimlerinden biri olan belediye başkanları için de geçerlidir.
Atanmış bir belediye başkanın yönetime seçimle değil, atamayla gelmiş olması nedeniyle yönetilenler tarafından benimsenmeyeceği sosyal bir gerçekliktir.
Yerel yönetimler demokrasinin okulu niteliğindedir. Katılımcı demokraside özerk, saydam ve etkin yerel yönetimler esastır. Atanmış bir belediye başkanı, beraberinde etkin siyasal makamlara seçimle işbaşına gelme, halkın yönetime katılması, birden çok siyasal partinin varlığı ve muhalefetin denetimini, hesap soran, sorgulayan ve eleştiren bir toplum yapısını sabote edecektir.
Atanmış bir belediye başkanının, toplumsal kabulde, seçilmiş bir başkan kadar etkili olamayacağı muhakkaktır. Bunu demokrasinin felsefi ve psikososyal etkilerinin varlığı ile izah etmek mümkündür. Çünkü demokrasinin ahlaki meşruiyetinin dayanağı insanın kendi kaderini belirleme kapasitesine ve kendi hayatını ilgilendiren kararlar konusunda kimseye tâbi olmaması, bu kararları kendisinin vermesi isteğinde yatar. Bu sebepten dolayı halk hiçbir zaman atanmış bir yöneticiyi ve dolayısıyla kendi tercihleri ve kararları dikkate alınmadan yönetecek bir belediye başkanını, toplumsal konularda “nihai karar alma” yetkilerini vereceği seçilmiş bir başkana tercih etmez.
Şu an merkezi yönetimin taşra teşkilatının başındaki atanmış mülki amirler ile seçimle işbaşına gelmiş yerel yöneticilerin (Belediye başkanları başta olmak üzere diğer seçilmişler) görev alanlarındaki yetki itibarıyla olmasalar bile, etkinlik itibarıyla karşılaştırıldığında atanmışların toplumsal kabulde seçilmişler kadar etkili olamadıkları görülmektedir.
Atanmış bir başkan, mevcut mülki amirler gibi halkla ilişkileri kopuk, devletin soğuk yüzünü temsil eden, bürokrasi ve protokol kuralları ile olaylara yaklaşan, muhalefetin denetim ve eleştirisine maruz kalmak gibi bir kaygı taşımayan, hepsinden önemlisi o bölgede yaşayan vatandaşların dolayısıyla da seçmenlerin karşısına çıkmak gibi bir derdi olmayan bir anlayışla orayı yönetecektir.
Seçimle işbaşına gelecek belediye başkanının halkla ilişkileri önemsemesi, halkın yönetime katılımının sağlanması, icraatlarının seçmenler tarafından beğenilmesine dikkat etmesi gibi hususları dikkat edeceği düşünülmektedir.
Türk idari yapısında merkezden yönetimle yerinden yönetim ilkeleri beraber uygulanmaktadır. İllerin başında hükümet tarafından atanan ve yetki genişliği esasına göre görev yapan valiler bulunurken aynı zamanda il ve ilçelerde yerel hizmetleri yürütmek üzere işbaşına gelen belediye başkanları da yerel yönetimin önemli birer unsurudur.
Merkezi yönetimin taşradaki temsilcileri konumda bulunan mülki amirler, atanmış yöneticiler olarak görev icra etmekte; Belediye başkanları ise seçimle işbaşına gelen yöneticiler olarak hizmet üretmektedirler. Bu ikili yapıda güçlü demokrasinin doğal bir sonucu olarak seçilmişlerin yetkilerinin ve etkilerinin fazla olması, atanmışların ise temsili görevlerinin olması beklenir. Fakat ülkemizde demokrasi kültürünün kamu yönetimimize ve sosyal dokumuza tam olarak yerleşmemesi nedeniyle atanmışların seçilmişler üzerindeki vesayetinin izlerini görmek mümkündür. Katılımcı demokrasi kültürünün hâkim olduğu toplumlarda yönetimin biçimsel tercihleri önemli olmamakta, demokrasi kültürü halkın yönetime katılımında da etkinliğini hissettirmektedir. Demokrasinin sadece bir yönetim şekli değil, bir yaşam tarzı olduğu, yaşanılan toplumun karar alma sürecine katılım, muhalefet, eleştiri, kamuoyu oluşturma, kamuyu baskısı oluşturma gibi fonksiyonlara sahip olduğu kabul edilmektedir. Bu kültüre sahip toplumlarda seçilmiş de olsa atanmış ta olsa yöneticiler halkın istek ve taleplerini dikkate alarak yönettikleri için halkın yaşam standardı yüksek, yerleşim yerlerinin birçok sorunu bizimki gibi sorunlar yumağına dönüşmemiş olur.
Örneğin batı ülkelerinde büyüklükleri, idari makamlarla ilişkileri, mali yetki ve görev alanları bakımından değişiklikler gösterse bile yerel yönetimlerin yapılanması bütünlük arz etmektedir. Hollanda’da belediye başkanları, içişleri bakanlığının teklifi üzerine kraliçe tarafından, Belçika’da, belediye meclisinin öneri üzerine içişleri bakanınca atanır. İngiltere’de şehir ve ilçe müdürleri yönetimin başında bulunurken kaymakam ve belediye başkanlığı görevi temsili görevlerdir. Amerika’nın bazı eyaletlerinde ise kaymakam ve belediye başkanları çok geniş yetkilerle ve seçimle işbaşına gelmektedirler. Bir şehrin veya beldenin kalkınmasını oranın sadece yönetim yapısı değil, iyi organizasyon, aktif ve verimli hizmet anlayışı, yeterli parasal kaynak halkın yönetime etkin katılımı ile mümkündür
Demokrasi kültürünün hâkim olduğu toplumlarda, bunun doğal bir sonucu olarak insanlar kendi kaderlerini belirleme hakkını kullanarak belediye başkanlarını da seçer; etkin, verimli, ekonomik ve süratli hizmet üretimini sağlarlar.

21. yy’da yaşam standardını yükseltmek ve huzurlu şehirlerde yaşamanın yolu üretken, demokratik ve güçlü yerel yönetimler oluşturulmaktır. Bunun yolu da, demokrasinin ahlaki kabullerinden sayılan seçilmişlerin üstünlüğü ilkesini sosyal yapımız ve kamu yönetimimize yansıtmaktır.

ANKETTE BULUNMASI GEREKEN ÖZELLİKLER VE ÖRNEK ANKET

“ANKETTE BULUNMASI GEREKEN ÖZELLİKLER
VE ÖRNEK ANKET”


Nevzat ÖYLEK (Bölümü: Yerel Yönetimler / Yüksek Lisans)


Anket özellikle sosyal bilim dalları içinde veri toplama tekniği olarak çokça kullanılan bir yöntemdir. Yaklaşımlar, inanışlar, davranışlar, özellikler ve mevcut durum ile ilgili veri toplama yöntemi olarak genellikle anket yöntemi kullanılmaktadır.
Bütün anketler sorulardan ve yönergelerden oluşur. Yönerge, anket soruları dışında bir açıklama hazırlanarak, anketin uygulanacağı kişilere  böyle bir  çalışmaya neden gerek duyulduğu konusunda bilgi veren, kısa bir açıklamalıdır.

Anket tasarımında ve uygulanmasında başlıca aşamalar şu şekilde sıralanabilir.
  • Araştırma toplumunun sınırlandırılması
  • Anket içeriğinin belirlenmesi
  • Tasarım ve soruların düzenlenmesi
  • Anketin yönetim dizaynının planlanması
  • Ön deneme
  • Uygulanması
  • Verilerin işlenmesi ve analizi
  • Sonuç raporunun hazırlanması

Araştırma Toplumunun Sınırlandırılması ve Örnekleme:
Anket yöntemi ile veri toplanmasında en önemli adımlardan biri, neyin inceleneceği, kiminle konuşulacağı ya da neyin gözlemleneceğinin kararlaştırılmasıdır. Bu kararlar örnekleme olarak adlandırılan ve ilgili toplumu  temsil yeteneğine sahip  birimlerin toplum içinden seçilmesi işleminin belirlenmesini sağlar. Toplumun tamamının kavranması çoğu zaman mümkün olmaz. Ayrıca örnekleme, araştırma maliyetinin  düşürülmesi, veri toplama işleminin hızının arttırılması, veri toplama sırasındaki hataların azaltılması  gibi avantajlar da sağlar. İyi bir örnek oluşturulabilmek için, toplanacak verilerin niteliklerinin belirlenmesi, değişkenlerin ve özelliklerinin tanımlanması, kimin veya neyin toplum olarak kabul edileceğinin tespiti, dolayısıyla toplumun sınırlandırılması ve birimin tanımlanması gerekir.

Anket İçeriğinin Belirlenmesi
Veri toplamak için bir anket çalışması yapılmasına karar verildikten sonra  bu anketin içeriğinin veya başlıklarının gözden geçirilmesine geçilir. Anketin içeriğine karar verilmesi anketin sınırlarının belirlenmesi anlamına gelir. Anketin içeriğini oluşturmak için, ölçülecek olan tutum, inanç, veya fikrin iyi bir tanımlaması yapılmalıdır. Hangi bilgilere ihtiyaç olduğu, ihtiyaç duyulan bütün verileri elde edebilmek için hangi bilgilerin istendiği ve bunların toplandığından emin olunup olunmadığı sorgulanmalıdır.. Bunların hangilerinin kişilere sorularak elde edilebileceği netleştirilmelidir  Bu sırada kişilerin duyarlılıkları, bazı bilgilerin hatırlatılmasının gerekebileceği gibi hususlar gözden kaçırılmamalıdır. Soruların, seçilen araştırma alanını kapsadığından emin olunmalıdır.


Anketin Tasarımı ve Soruların Düzenlenmesi
Ankette ilk sayfaya araştırmanın konusu, adı ve yapıldığı tarih yazılmalı, araştırmanın nereye bağlı olarak yürütüldüğü belirtilmelidir. Ayrıca özel bilgilerin yanıtlayıcının izni olmadan kullanılmayacağı güvencesi verilmelidir. Sorular kağıtların tek yüzüne yazılmalı ve yapraklar numaralanmalıdır. Olanaklar elveriyorsa anket formu soru kitapçığı olarak hazırlanmalıdır. Soru kağıdı ve görüşme çizelgelerinin doldurulduğu tarih ile görüşmecinin ad ve soyadını  yazmak üzere yer bırakılmalıdır.
Anketteki sorular küçük harfle, diğer tüm yönlendirici tümceler büyük harfle yazılır. Eğer anketin uygulamasında anketör kullanılıyorsa büyük harfle yazılan yönlendirici tümceler anketör içindir, cevaplayıcıya iletilmez . Anket düzeni içersinde soruların eksiksiz olarak yanıtlanabilmesi için yeterli boşluğun bulunması gereklidir .
Yüz yüze uygulanmayan anketlerde anketin başlangıcında, cevaplayıcıları bilgilendirmek amacı ile anketin nasıl doldurulması gerektiğini açıklayan bir yönerge bulunmalıdır. Anket formatı  anketin amacı ve soru cinsi dikkate alınarak kararlaştırılmalıdır.Anket formatı tüm anket boyunca tutarlı olmalıdır .

Soruların Düzenlenmesi
Anket sorularının düzenlenip kaleme alınması, anket sürecinin en önemli aşamalarından biridir. Sorular anketin yapı taşlarıdır. Soruların istenilen bilgiyi elde etmedeki gücü sonuçlara, diğer bütün aşamalarından daha fazla etki eder. Bu nedenle anket sorularının düzenlenmesinde büyük özen gösterilmelidir. Anketin bizzat cevaplayıcı veya anket uygulayıcısı tarafından doldurulması söz konusu olabileceği gibi posta ile, telefonla  ya da İnternet üzerinden  uygulanması  da söz konusu olabilir. Soruların hazırlanması sırasında bu hususun da göz önünde bulundurulması gerekir.

Soru Tipleri
Ankette hangi soru tipinin kullanılacağı, yapılacak anketle ulaşılmak istenen bilgi türüne bağlıdır. Veri toplamada anket yöntemi, daha çok geniş araştırma evrenlerinde, yüzeysel bilgilerin, ekonomik ve hızlı bir şekilde toplanması gerektiği durumlarda tercih edildiğinden, anket formlarında ağırlıklı olarak kapalı uçlu sorular kullanılır. Ancak, bazı durumlarda, araştırmada ayrıntılı  bilgi alınması gerekebilir. Böyle durumlarda  bir çözüm olarak, kapalı uçlu sorular yanında anketin sonuna bir veya daha fazla sayıda açık uçlu soru eklemek veya açık  kişinin  genel yorumunu soran bir soru eklemek gerekebilir.
Soruların İçerikleri
            Anket soruları, tiplerine göre gruplara ayrılabildikleri gibi, içeriklerine göre de gruplandırılabilir. Daha önce de  incelediğimiz gibi, anket soruları içeriklerine göre beş gruba ayrılırlar. Bunlar  olgusal sorular, davranış soruları, tutum ve görüş soruları, bilgi soruları ve özel amaçlı sorulardır. Bu grupların her biri hem açık uçlu sorularda hem de kapalı uçlu sorularda görülebilir.
Soruların düzenlenmesinde dikkat edilmesi gereken başlıca noktalar şu şekilde sıralanabilir.
ü      Sorular cevaplayıcının rahatça anlayabileceği şekilde ifade edilmelidir
ü      Sorularda kullanılan, kavram ve sözcüklerin sınırı ve içerikleri belirgin olmalıdır
ü      Sorular günlük konuşma dilinde, bilinen sözcüklerle ifade edilmelidir. Özel anlam ve terimlerin kullanılmasından kaçınılmalıdır. Bir soru kapsamında bir kaç konu hakkında görüş istenmemelidir
ü      Ankette yer alan sorular, cevaplayıcının cevabını her hangi bir şekilde etkileyecek özellikte olmamalıdır. Sorular değer yüklü, yönlendirici, rahatsız edici ya da cevaplayıcı üzerinde prestij üstünlüğü yaratacak içerikte olmamalıdır
ü      Sorular cevaplayıcıyı yönlendirici nitelikte olmamalıdır
ü      Sorular cevaplayıcıyı rahatsız edici olmamalıdır

Soruların Sıralanması
Bir ankette soruların sırası anketten güvenilir bulgular elde edilmesini sağlaması açısından önemlidir. Anket formunda soruların sıralaması yapılırken şunlara dikkat edilmesi uygun olacaktır:
ü      Soruların araştırmanın amacını ortaya koyacak biçimde, genelden başlayarak özele doğru düzenlenmelidir.
ü      Soruların sıralanmasında önce yanıtlanması kolay, genel olgusal sorulardan başlanmalı (Yaş, isim, akrabalık ilişkileri vb gibi), giderek yargısal sorulara geçilmelidir.
ü      Cevaplayıcının özel yaşamı ile ilgili sorulara, kişiyi ürkütmemek amacı ile, mümkün olduğunca anketin sonunda yer verilmelidir.
ü      Cevaplayacak kişilere göre önemli olan sorular öne alınabilmelidir.
ü      Anket soruları mantıksal bir düzen içinde sıralanmalıdır.
ü      Ankette aynı içeriğe ait sorular gruplandırılmalıdır.
ü      Az karşı çıkılacak, herkesin kolayca yanıtlamak isteyeceği sorular öne alınmalıdır.
Anketin güvenirliğini ve geçerliliğini arttıracak sorular cevaplayıcıların ankete  

Yanıtlar
Uygulanacak anketin kalitesi sorular yanında, yanıt seçeneklerinin nasıl sunulduğu, soruların sırası, ve anketin uzunluğu gibi etkenlere de bağlıdır. Daha önce de belirtildiği gibi ankette, kullanım amacına uygun olarak çoğunlukla kapalı uçlu soruların kullanılması söz konusudur. Kapalı uçlu soruların yanıtlarının düzenlenmesinde kullanılan iki ayrı sınıflama sistemi söz konusudur. Bunlar;
ü      Sınıflayıcı sistemleştirme
ü      Ölçeklendirici sistemleştirmedir.




İdari yapımızda Bakan Yardımcılığı


“İdari yapımızda Bakan Yardımcılığı”


Nevzat ÖYLEK

Bölümü: Yerel Yönetimler / Yüksek Lisans



 “BAKAN YARDIMCILIĞI”

            Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında 174 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname İle 13/12/1983 Gün ve 174 Sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Kaldırılması ve Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında 202 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun’da 03/06/ 2011 tarih ve  643 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bazı değişiklikler yapıldı.
Yapılan değişikliklerin en önemlilerinden bir tanesi olarak değerlendirilen “Bakan Yardımcılığı” kadrosu, kararnamenin 21. maddesi ile düzenlendi. Söz konusu maddede: “Bakana (Millî Savunma Bakanı dâhil) bağlı olarak Bakana ve Bakanlığa verilen görevlerin yerine getirilmesinde Bakana yardımcı olmak üzere Bakan Yardımcısı atanabilir. Bakan Yardımcıları bu görevlerin yerine getirilmesinden Bakana karşı sorumludur. Bakan Yardımcıları Hükümetin görev süresiyle sınırlı olarak görev yapar; Hükümetin görevi sona erdiğinde, Bakan Yardımcılarının görevi de sona erer. Bakan Yardımcıları gerektiğinde Hükümetin görev süresi dolmadan da görevden alınabilir. Bakan Yardımcılarına en yüksek Devlet memuruna mali haklar kapsamında yapılan ödemelerin yüzde yüzellisi oranında aynı usul ve esaslar çerçevesinde aylık ücret ödenir.” hükmüne yer verilmiştir.
Daha önce bakanın işlerinde yardımcı olan bakan danışmanları daire başkanları ile eşdeğer göreve sahipken bunların hiyararşik üstleri konumundaki genel müdür yardımcıları, genel müdürler, müsteşar yardımcıları ve müsteşarların varlığı, bakan adına iş yapma salahiyetine sahip danışmanları işlevsiz kılmaktaydı. Benzer sorunların çözümüne katkı sağlayacağı düşüncesiyle ihdas edilen Bakan yardımcılığı kadrosunun bakanın yükünü azaltacağı düşünülmüştür.
Söz konusu kadro yeni bir düzenleme olduğu için hem hukuki statüsü hem de uygulamada karşılaşılacak olumlu olumsuz durumlara ilişkin merak edilen birçok hususu içermektedir.
Yapılan düzenlemede dikkat çeken hususlardan bir tanesi Kararnamede geçen “atanabilir” ifadesidir. Söz konusu düzenleme ile ihdas edilen “Bakan Yardımcılığı” kadrosuna atama yapılma zorunluluğu bulunmamakta ancak bu kadroya atama yapılmasına ruhsat veren bir düzenleme olarak dikkat çekmektedir.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunun 4. maddesinde istihdam şekilleri sıralanmış, aynı kanunun 59. maddesinde ise istisnai memurluklar sıralanmıştır.
Söz konusu kanunda Bakan Yardımcılığına ilişkin herhangi bir hüküm olmadığı gibi bu kadro oluşturduktan sonra da herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Bakan Yardımcılığı ile ilgili kafa karışıklığına sebep olacak hususların başında istihdam şekli, statüsü, görev tanımı ve kamu yönetimi geleneğinde rastlanan bu uygulamanın pratikte getireceği sorunlar gelmektedir. Ancak atamaların üçlü kararname ile yapılıyor olması, bu kadronun istisnai memurluk olarak değerlendirilebileceği düşüncesini akıllara getirmektedir.
Bakan yardımcılığı Kadrosuna ilişkin 643 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameden başka hiçbir düzenleme olmayışı,  kararname ile getirilen düzenlemenin de yetersizliği, konuyla ilgili kapsamlı bir çalışma yapılmasını zorunlu kıldığı şeklinde değerlendirilmektedir.
Söz konusu düzenlemenin yapılma gerekçesi olarak, bakanların kamu görevini ve bürokratik işlemlerinin ifa eden kadrolarının varlığı ve yeterliliğinin yanında, siyasi görevlerinde yardımcı olacak insan kaynağı yetersizliği dile getirilmektedir.
Devlet memuru olarak bakanlığın teknik çalışmalarının aksamadan yürümesini sağlayan müsteşar, müsteşar yardımcıları, daire başkanları ve şube müdürleri mevcutken; siyasi ilişkileri yürütecek kadroların olmayışı, bakanların mesaisinin önemli bir kısmını almakta, bu durum da hem bakanlık çalışmalarını hem de Sivil Toplum Kuruluşları, seçim bölgesi ve diğer siyasi ilişkilerini aksatmaktaydı. Yapılan düzenleme ile bu sorunun giderilmesinin düşünülmüş olabileceği varsayılmaktadır.
Konuyla ilgili belirsizliklerin giderilmesi, kafalardaki soru işaretlerinin izole edilmesi için ivedilikle bir dizi düzenlemeye ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.
Bilindiği üzere 2011 yılında yapılan düzenleme ile Başbakan dahil bakan sayısı 25 e düşürülürken devlet bakanlıkları ortadan kaldırıldı ve 6 yeni bakanlık kuruldu. Kaldırılan, birleştirilen, görev alanı ve ismi değiştirilen bakanlıkların faaliyet alanlarında çıkabilecek karışıklıkları önlemek amacıyla bu bakanlıkların teşkilat kanunlarının da değişmesi ve yeniden yapılması zorunluluğu doğmuştur. Çünkü birçok bakanlığın teşkilat kanunu, bakanlıklarla ilgili yeni düzenlemeye cevap vermekten uzaktır.
Yeni dönemde bakan yardımcılığı görevinin de ihdas edildiği düşünüldüğünde her bakanlığı ilgilendiren bu değişiklik, bakanlıkların teşkilat kanunlarındaki düzenlemeyi de zorunlu kılıyor. Çünkü düzenlemede bakanlıklarda bakan ile müsteşar arasında bir bakan yardımcılığı makamı oluşturulmuş ancak bunun statüsü ve görev tanımına ilişkin bakanlık teşkilat kanunlarında herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır.
Bakanlıkların teşkilat kanununda değişiklik yapılmasına ilişkin ilk adım Milli Eğitim bakanlığından geldi. 14 Eylül 2011 tarih ve 28054 sayılı Resmî Gazete yayınlanan 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile teşkilat yapısı değişen bakanlığın yeni kanununda Bakan Yardımcılığı kadrosuna ilişkin herhangi bir hükmün yer almaması hayretle karşılanmıştır.
Kendisi de bir kamu yönetimci olan ve Kamu Yönetimi Reform Tasarısının teorisyenlerinden kabul edilen Milli Eğitim Bakanı Ömer DİNÇER’in, bakanlığının teşkilat kanununda yapılan değişiklikte ayrı ayrı görev tanımları yapılan bakan, müsteşar, müsteşar yardımcıları ve diğer hizmet birimleri kanunda yer alırken, bakan yardımcılığına ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Bu durum, ihdas edilen bir kadronun teşkilat yasasında yer almaması yönüyle, hukuki dayanaktan yoksun bir uygulama olduğu gibi yetki kargaşasından doğabilecek muhtemel kaoslara neden olabileceği düşüncesiyle de öngörüsüzlük olarak değerlendirilmektedir.
Bakan yardımcığı kadrosunun oluşturulmasına gerekçe olarak kabul edilen “Bakanın siyasi işlerinde yardımcı” olacağı kabulü de bu kadrolara yapılan atamaların ardından kafalarda soru işaretleri oluşturmuştur. Meclis dışından, atama yoluyla görevlendirilmesi planlanan Bakan Yardımcılıkları Hükümetle gelecek ve hükümetle gidecekleri düşünüldüğünde bunların bürokrat ve teknokrat özelliklerinden ziyade siyasi görevleri bakımından bakanın yardımcısı olmasının öngörüldüğü düşünülmekteydi. Oysa bakan yardımcıları, işlerinin uzmanı, sektörü bilen, bakanlık faaliyetlerinin daha verimli ve süratli yürütülmesini sağlayacak kişilerden seçileceği belirtilmiş yapılan atamalarda da teknokratik özellikleri ile ön planda olan şahıslar bu görevlere getirilmişlerdir.
Bu durumun doğuracağı düşünülen sorunların başında da zaten bakanlık bürokrasisinde işleyişe vakıf ve gerekli teknik donanıma sahip kamu çalışanı niteliğindeki müsteşarlar bulunurken benzer niteliklere sahip ve görev tanımı ile ilgili belirsizlik nedeniyle de kaosa neden olabilecek bakan yardımcılarının atanması gelmektedir. Uzmanlar bu durumun müsteşar ve bakan yardımcılığı arasında bir çift başlılığa neden olabileceğini ve bu uyumsuzluğun da yönetimde fayda değil zarar getireceğini düşünmektedirler.
Kamu yönetimimizde yeni bir kadro olan bakan yardımcılığının yönetime patrikteki etkisini görmek için zamana ihtiyaç olduğu, ancak konuyla ilgili mevzuatta düzenleme yapılmasının ise zaman kaybedilmeden yapılması gerektiği düşünülmektedir.


Anayasa Mahkemesine bireysel




ANAYASA VE İDARE HUKUKU DERSİ ÖDEVİ


“Anayasa Mahkemesine verilen bireysel başvuruları karara bağlama görevinin esasları ve bunun yasama, yürütme ve yargı erkleri üzerindeki etkileri”




Nevzat ÖYLEK

Bölümü: Yerel Yönetimler / Yüksek Lisans


Anayasanın 148. maddesinde “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz. Bireysel başvuruya ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.” ifadelerine yer verilmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’u 3. maddesindeAnayasanın 148 inci maddesi uyarınca yapılan bireysel başvuruları karara bağlamak” mahkemenin görev ve yetkileri arasında sayılmış; aynı kanunun dördüncü bölümünde bireysel başvuru hakkı, bu hakka sahip olanlar, başvuru usulü, başvuruların kabul edilebilirlik şartları ve incelenmesi, esas hakkındaki inceleme, kararlar ve başvuru hakkının kötüye kullanılmasına ilişkin hükümlere yer verilmiştir.
“Kanunun 45. maddesinde anayasanın 148. maddesinde zikredilen hususlar tekrar edilerek herkesin, anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği; ihlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerektiği; yasama işlemleri ile düzenleyici idari işlemler aleyhine doğrudan bireysel başvuru yapılamayacağı, Anayasa Mahkemesi kararları ile Anayasanın yargı denetimi dışında bıraktığı işlemlerinde bireysel başvurunun konusu olamayacağı ifade edilmiştir.
46. maddede, Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabileceği, Kamu tüzel kişileri bireysel başvuru yapamayacağı, Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabileceği, Yalnızca Türk vatandaşlarına tanınan haklarla ilgili olarak yabancılar bireysel başvuru yapamayacağı hükümlerine yer verilmiştir.
Başvuru usulüne ilişkin 47. maddede ise Bireysel başvuruların, bu Kanunda ve İçtüzükte belirtilen şartlara uygun olarak doğrudan ya da mahkemeler veya yurt dışı temsilcilikler vasıtasıyla yapılabileceği belirtilmiştir.
Bireysel başvuruların kabul edilebilirlik şartları ve incelenmesine ilişkin hususlar kanunun 48. maddesinde sıralanmış; Bireysel başvuru hakkında kabul edilebilirlik kararı verilebilmesi için 45 ila 47 nci maddelerde öngörülen şartların taşınması gerektiği, mahkemenin, Anayasanın uygulanması ve yorumlanması veya temel hakların kapsamının ve sınırlarının belirlenmesi açısından önem taşımayan ve başvurucunun önemli bir zarara uğramadığı başvurular ile açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebileceği,, Kabul edilemezlik kararlarının kesin olduğu belirtilmiştir.
Bireysel başvurunun kabul edilebilirliğine karar verilmesi hâlinde, başvurunun bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilir. Adalet Bakanlığı gerekli gördüğü hâllerde görüşünü yazılı olarak Mahkemeye bildirir.
Kanuna göre komisyonlar ve bölümler bireysel başvuruları incelerken bir temel hakkın ihlal edilip edilmediğine yönelik her türlü araştırma ve incelemeyi yapabilir. Başvuruyla ilgili gerekli görülen bilgi, belge ve deliller ilgililerden istenir; mahkeme, incelemesini dosya üzerinden yapmakla birlikte, gerekli görürse duruşma yapılmasına da karar verebilir; bölümler, esas inceleme aşamasında, başvurucunun temel haklarının korunması için zorunlu gördükleri tedbirlere resen veya başvurucunun talebi üzerine karar verebilir. Tedbire karar verilmesi hâlinde, esas hakkındaki kararın en geç altı ay içinde verilmesi gerekir. Aksi takdirde tedbir kararı kendiliğinden kalkar.
Kanunda, Bireysel başvuru hakkına ilişkin Kararın esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiği ya da edilmediği şeklinde verileceği ihlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedileceği ancak yerindelik denetimi yapılamayacağı, idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemeyeceği; tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderileceği; yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebileceği veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebileceği; yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar vermesi gerektiği belirtiliyor.
Anayasa Mahkemesine verilen bireysel başvuruları karara bağlama görevinin yasama, yürütme ve yargı erkleri üzerindeki bazı etkilerinin olacağı muhakkaktır. Anayasa değişikliği ve bu değişiklikle verilen hakkın kullanımına ilişkin düzenlemelerle insan hak ve özgürlüklerinin korunmasında hukuk devleti ilkesi yolunda önemli bir adım atılmıştır. Çünkü insan hakkı ihlallerine yönelik uygulamaların temelinde aykırılık ve ihlallere bireysel itirazların yapılabileceği herhangi bir yargı merciinin olmaması yatmaktaydı.
Anayasa Mahkemesine başvuru hakkı, bireyin hak ve özgürlükleri bakımından ek bir güvence sağlayan ve birçok devlet tarafından kabul edilen bir yöntemdir. Yeni bir iç yargı yolunun kurulmasıyla bir taraftan yargının yapısal organizasyonunda bir değişiklik meydana gelmiş ve bu değişiklikle Türkiye’den Avrupa İnsan hakları Mahkemesine yapılan başvuruların sayısında da önemli bir azalma olacağı düşünülmektedir.
Bireysel başvuru hakkının verilmesi vatandaşın Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlükler ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygun uygulamalar yapılmasına katkı sunacağı ve ihlalleri azaltacağı düşünülmektedir. Hak ihlaline uğrayan mağdurların temel hak ve özgürlüklerine ilişkin ihlal kararına itiraz ihtimali, itiraz yollarının kolaylığı ile doğru orantılıdır. Vatandaşın kendi ülkesindeki bir mahkemeye başvurarak hak ihlaline ilişkin itiraz ve şikâyetini daha kolay yapacağı düşünüldüğünde ihlallerin gün yüzüne çıkması ve adalete olan güveni artmasına olumlu sosyal bir etkiye de sahip olacağı düşünülmektedir.
Ülkemizde idarenin takdir hakkı, hukuki yorum farkları ve mevzuattan kaynaklanan sorunlar nedeniyle gerek mahkemeler gerekse idareler tarafından birçok insan hakkı ihlali yaşandığı düşünülmektedir. Ancak bu ihlallerin birçoğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınmamış, bu durum da adalete olan inancı etkilemiş, devlet vatandaş ilişkilerini de zedelemiştir. Yeni düzenleme ile temel hak ve hürriyetlerin kullanımına ilişkin ihlallerin kendi ülkesindeki bir mahkemeye başvurmak suretiyle mağduriyetin giderilmesinin hem hukuki hem de sosyal etki bağlamında pozitif bir gelişme olduğu düşünülmektedir.
Düzenleme ile verilen hakkın kullanımının, Anayasa mahkemesine ekstra bir iş yükü getirmesi de ilk derece mahkemeleri ve yüksek yargı mahkemelerinin uzun yargılama sorununun anayasa mahkemesinde de görülmesi ihtimalini getirmektedir. İtiraz ve şikâyetlerin yoğunluğu bunların karara bağlanma süresini etkileyeceği için bu düzenlemenin yargı yükünü ne derece arttıracağını, hakkın kullanımına ilişkin sürecin başlamasıyla belli olacaktır.
Bireysel başvuru hakkının yargı sistemi üzerindeki etkileri tartışılınca dile getirilen hususlardan bir tanesi de mahkemeler arasındaki uyuşmazlık ve kararda hak ihlalinin giderilme yöntemidir. Anayasa Mahkemesi bir hak ve özgürlüğün ihlaline karar verdiğinde, bu ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması için atılacak adımların neler olacağı tartışmasını da beraberinde getirmektedir. Örneğin kanun, bir ihlal durumunda, Anayasa Mahkemesinin tazminata hükmedebileceğini öngörüyor. Oysa tazminat kararı verilmesi durumunda anayasa mahkemesinin görev alanı dışında bazı hukuki çalışmalar yapma zorunluluğu doğmaktadır. Mesela mülkiyet hakkının ihlal edilmesi durumunda, Anayasa Mahkemesinin tazminata karar verebilmesi için birinci derece mahkemesi gibi çalışmasına, bilirkişi atayarak taşınmazın değerini saptamasına, dosyanın ayrıntılarına girmesine ihtiyaç duyulur. Bu durum da Anayasa Mahkemesinin işlevi ve yapısına uygun değildir.
            Yürütme erkinin görevi, yasama organınca yazılmış ve yargı düzenince yorumlanmış yasaları uygulamaktır. Bireysel başvuru hakkına ilişkin anayasal ve yasal düzenlemeler yürütme erki üzerinde de yasaları uygularken yeni durum ve düzenlemelere uygun davranma davranışına iter. Ülkemiz, insan hakkı ihlalleri konusunda temiz bir geçmişe sahip olmamakla beraber bu hak ihlallerinden yargıya taşınan başvuru sayısının aynı oranda olmadığı söylenebilir. İhlaller oranında dava açılmamasının sebebi, kendi iç hukuk sistemimizde, hak ihlallerinin dava edilme olanağının bulunmamasıydı. Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkının verilmesi ile temel hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesine yönelik uygulamalardan yargıya taşınanların sayısında artış olacağı düşünülmektedir. Bu durumun hak ihlaline neden olan idari uygulamalara yansıyacağı da muhakkaktır.
Bireysel başvuru hakkının yürütme erkine direk etkisinin olması beklenmemekte ancak bu hak ihlallerine ilişkin davaların sonuçlanması, yürütmeyi ihlallerle ilgili tedbir almaya, ihlallere neden olan şahıs ve kurumlarla ilgili önlem, uyarı ve yaptırımlar uygulama sorumluluğu yüklemektedir.
Bireysel başvuru hakkından sonra yürütme erkinin merkez ve taşra teşkilatındaki tüm görevliler temel hak ve hürriyetlerine ilişkin konularda daha dikkatli olacak,  mahkeme kararıyla ihlal edildiği belirtilen konularda, hukuka aykırı uygulamalardan kaçınmaları gerekecektir.
Bireysel başvuru hakkı sonrası temel hak ve hürriyetine ilişkin ihlal veya kısıtlamayla karşılaşan vatandaş hak arama yollarının sonuna kadar kullanacak bu durum da doğal bir denetim işlevi görecektir. Hakkı ihlal edilen her vatandaşın bu ihlali yargıya taşıması anayasal güvence altında olan temel hak ve hürriyetlerin en kâmil manada yaşanmasına sağlayacaktır.
Hak ihlalleri, bunlarla ilgili başvurular ve yargılama sonuçlarından yasal düzenleme gerektirmeyen hususlarda idari düzenlemelere gidilmesi de yürütme tarafından yapılması gereken idari bir sorumluluk olarak düşünülmektedir. Yürütme erki ihlal konusuna ilişkin yeni düzenlemeler yapılacak, insan hak ve özgürlükleri konusunda bu düzenlemelerin gereğini yerine getirecektir.
Anayasa mahkemesine bireysel başvuru hakkının doğuracağı sonuçlardan en az etkilenecek olanı Yasama erkidir. Yasama erkinin ancak yasaların uygulanmasından kaynaklanan hak ihlalleri ile temel hak ve özgürlükleri sınırlayan yasal düzenlemeler hususunda yasalar yapmak ve değiştirmek gibi bir sorumluluğu görülmektedir.
Bireysel başvuru hakkının yasama organının görevlerine ilişkin dolaylı bir etkisi de meclisin denetim fonksiyonuna done olabilecek kararlar vermesi, varsa ihlallerle ilgili meclis araştırma ve soruşturmaları ile insan hakkı ihlallerinin tespiti ve asgariye indirilmesini sağlamak olacaktır.